Milli İstirahat

Malta Cemiyetinin Eğilimli Kültür Fizik Dergisi

Havalar soğuyor…

Malum, havalar soğumaya başladı. Eski kışlardan kalan tecrübelerimi aktarayım dedim.
Sakın ola etrafınızdaki insanların üstündeki elbiseye bakarak ne giyeceğinize karar vermeyin. Vücudunuzun ihtiyacı olan ısıyı hangi giyecek karşılıyorsa onu giymekten çekinmeyin. Küçük küçük soğuk algınlıkları bizi daha soğuk havalarda mikrobik hastalıklara karşı dirençsiz bırakabilir. Çorap ve iç çamaşırı seçiminizi pamuklu çoraplardan yapmaya devam edin. Naylon giysiler giymekten mümkün mertebe kaçının. Okumaya devam et

Ekim 15, 2008 Posted by | Deneme, Post 13, Veysel Kurşun | Yorum bırakın

Erkenölükuş(laraşiiroku)

[Gülnaz bizim için ilk defa yazdı:]

Erkenölükuş(laraşiiroku)

Onu hiç gördün mü? Kendinden başka bir şey anlatamaz. Göremez ki kimseyi… Bakamaz. Ayna görevi gördüğün için belki sana bakar bir tek… Kim ki ona onu anlatır, ona onu gösterir bir şekilde, o dikkatini çeker. Ona gider elleri, aklı… Bir “erkenölükuş” o. Yaşı senden benden fazla, fena yaşamamış, ama erkenölükuş’, çünkü onunki gibi her ölüm erkendir. Ölüm, iyi ihtimallerden biri olarak toprağın altında yaşamayı gerektirir. İnsan eti, yaşamının geri kalanında bozulur, yumuşar, böceklenir, kokar, çürür, erir… Saçlar uzar bir de; tuhaftır… Fakat bir gün o da anlamsızlaşır, o da durur. Ölmek, var olmayı sürdürdüğün yerde giderek yok olmayı gerektirir. Böyle bir yok olmayı göze alamaz, öyle kibirlidir o. O, ölü bile değildir. Öyle büyük bir oyundur ki önce kendine oynadığı, kızamazsın ona. O da mağdurdur çünkü… Yaşıyor sanış… Düşüyor oluş, varamayış dibe, düşüyor oluş… Ah, o zavallı adam düşüyor, refleks olarak yoluna çıkan bir takım elleri tutuyordu; eller de onunla birlikte düşüyordu. ERKENÖLÜKUŞ o, çünkü ölemiyor, çünkü insan etine sahip her şeye rağmen: ne toprağın altında ne de üstünde… Ve öyle canlı ki bir yandan nefes alıyor, neredeyse her sabah kalkıp işe gidiyor, içki içiyor, yemek yiyor, insanlarla konuşuyor, dinliyor gibi duruyor, eğleniyor, dans ediyor, sevişiyor, okuyor, yazıyor, fotoğraf çekiyor, düşünüyor… Canlı bir yandan ve görenler onu yaşıyor sanıyor… O, çok fazla önemsiyor kendini… Okumaya devam et

Ekim 4, 2008 Posted by | Deneme, Gülnaz Can, Post 13 | Yorum bırakın

Orhan Pamuk romanları ve yakın geçmişim

İlk defa bir Orhan Pamuk romanı ne zaman okudum hatırlayamıyorum. Muhtemelen üniversite bir ya da ikinci sınıftaydım ve muhtemelen etrafımdaki entelektüel konsensüse rağmen ama utanarak okumaya başlamıştım. O zaman bile bir “Pamuk modası” vardı ve tabi ki “entelektüeller” popüler olanı okumazdı. Tabi o zaman ki “entelektüel” çevremin çok daha sığ olduğunu söylemeye lüzum yok belki. Ayrıca siyasi çevrem de başka bir olumsuz etkendi. Pamuk’un o zamanki (ve aslında şimdiki de) yayıncısı olan İletişim Yayınları, Pamuk’u Can yayınlarından büyük bir paraya transfer etmişti. Romanlarından olmasa da herkes bu transfer miktarından haberdardı. Türk edebiyatında bir rekor olan transfer ücreti, Pamuk’un bazı muhtemel okurlarını kendinden uzaklaştırmıştı. Ama zaman değişir, hatta ondan hızlı olarak ben de değişirim. Zaten her zaman popüler olana karşı bir ilgim olmuştur. Sonunda Pamuk’u okumaya başladığımda ki Yeni Hayat‘la başladım, aslında Pamuk’un bu kadar “populer” olmayı hak etmeyecek kadar güçlü bir yazar fark ettim. O zamanlar 200 bin satan son romanı Yeni Hayat’la birlikte benim de Orhan Pamuk romanlarına yönelik tutkum başlamış oldu. Okumaya devam et

Ağustos 29, 2008 Posted by | Anılar, Deneme, Erkan Saka, Orhan Pamuk, Sayı 10 | 2 Yorum

Notaların Duruşu


Si Diyez, varoluşundan bu yana ilk kez kendisini ifade etmenin zorluğunu çekiyordu. Aslen Si notasının yarım ses incesi olan bu nota zamanla etrafında sarılı olan düzenin kendisi ve etrafındaki diğer notalar için hiç de iyi bir düzen olmadığını gördü ve daha iyi bir düzen için çabalamaya başladı. Okumaya devam et

Ağustos 25, 2008 Posted by | Deneme, Sayı 13, Serkan Demirbağ | Yorum bırakın

bir iş adamının yazarlık denemesi 2

Bir iş adamı geri döndü. Yazma denemelerine devam ediyor….


bir iş adamının yazarlık denemesi 2
Kağan Küçükbirservet

Sevgili Okuyucum Özlem,
İşim gereği hem çok uzaklarda olduğumdan, hem de yaklaşık beş aydır çok yoğun
olduğumdan yorumunu ancak okuyabildim. Ya da editörün ağzıyla yazacak olursam
yorumuna şimdi cevap verebiliyorum.
Yazımı beğenmiş olman beni çok duygulandırdı. Yorumunu yirmi kere okudum.
Hatta son kez okudum dedikten sonra bir daha okudum. Yazımı beğenmiş olman inan
beni çok mutlu etti. Bir iş adamı olarak bu sevincimi şöyle tarif edebilirim; kendi
açımdan anlaşılırlığı daha kolay olsun diye, kazanacağım milyonlarca liradan daha çok
sevindirdi.
Şimdi düşünüyorum da; gizemli, adı sanı bilinmeyen ama hayranı olan bir yazar olmak
daha çok hoşuma gitti. Okumaya devam et

Ağustos 22, 2008 Posted by | Deneme, Sayı 13 | Yorum bırakın

PİS YEDİLİ

Bir varmış bir yokmuş…
Devri zamanın birinde bir şehirde, şehrin hay huyuna kapılıp canhıraş bir şekilde nefes nefese kalarak hayat mücadelesi veren bir grup insan yaşarmış. Bu insanlar güç bela günü tamamlarmış. Ve kendilerini Malta adını verdikleri yere zor atarlarmış. Aklımızda iken söyleyelim bu insanlar “Malta Cemiyeti” adında ne idüğü belirsiz, ne işe yaradığı bilinmeyen,hayali bir cemiyet kurmuşlar. Ben büyük büyük, özbe öz yedi göbekten bu mezkur mahalde iskan eden nineme böyle bir şeyi duyup duymadığını sormuştum da o da bana “-Bizim ninelerimizde bize onlara dair bir sürü şey anlatmıştı.Ama bunlar söylentiden ibaret harhal. Zaten işittiğim duyduğum da bundan ibaret” derdi. Okumaya devam et

Ağustos 20, 2008 Posted by | Deneme, Sayı 13, Uncategorized, Yasin Beyaz | Yorum bırakın

İSTANBUL’DA II. LALE DEVRİ -NASIL BAŞLADI?-

Melis Şen

İş yeri; iş yasası, iş insanı..Her şeyin işlemek zorunda olmasının merkezinde kurulan ofislerden biri; yalın; temiz, zevkli ve sade bir ofis, üstelik burada az kişi çalışıyor..Az kişi çalışıyor demek az kişi konuşuyor demek, az kişi yargılıyor demek, daha az tasa demek bu daha az rahatsızlık ve daha fazla anlamsızlık..Tıpkı sevdiğim gibi, her şey yolunda demek..

Pazartesileri gidiyorum, kimse benim oradaki varlığımı sorgulamıyor.Anlaşmamız böyle zira,bir ay için kendine geçici bir sığınak bulmuş ıslak bir kedi yavrusu gibiyim..Bu barakada nefes alıp verirken yaşamın üzerimde bıraktığı izlerin hassas tenimde sebep olduğu renk değişikliklerini gözlemlemem, kendimi anlamam için ideal bir zaman. Parasız yatılı ekolüne dahil olamadık ama, usta bizi affetsin, parasız çalışanlar ekolüdür devrimiz , ve biz kuşkuyla şüpheyle benliklerinde güve kemirikleri olanlar, bedava çalışmaya bile kendimizi bir anlığına unutmak niyetiyle razı olabiliriz.

En zayıf halkamızdır bu razı geliş; ve sistem en zayıf halkamızdan yakalar bizi ; esrik lodosların önüne katar.

Adam Miekewicz adlı şair; o olmasaydı Lale Müldür‘le tanışmam mümkün olmayacaktı. Tanrıya binlerce kez şükürler olsun ki, İstanbul’a düşmüş yolu bundan yüzyıllar önce.. Artık gerekli gereksiz şükretmektir almış başını gidiyor diyecek olursam dilimi azı dişlerimin arasına alıp sıkıştırıyorum ve kalbimin mühürlendiği bir yıl boyunca kabus dolu dakikalarımı hatırıma getiriyorum.. Okumaya devam et

Mart 8, 2007 Posted by | Deneme, Lale Müldür, Melis Şen, Röportaj, Sayı 9 | Yorum bırakın

BİR İŞ ADAMININ YAZARLIK DENEMESİ

ÇETİN TANKOÇ

İlk teklif bana E. Hoca’dan geldi desem herhalde yalan olur. Valla ne söyleyeyim bu dergiyi ilk gördüğümde her ne kadar ucuz bir dergi görünse de bir dergide yazıyor olmak düşüncesi heyecanlandırdı beni. Ve teklifi önce E. Hoca’ya ben yaptım, geçmişime öykünerek. Öğrencilik yıllarımda hep yazar olmak istemiştim. Ama gel gör ki hayat; herkese olduğu gibi bana da sillesini vurdu. Yazar olarak başladığım öykümden iş adamı olup çıkmıştım. Ve simdi hayallerimi tam karşılığı olmasa da önüme bir fırsat çıktı. Bunu kaçırmamalı dedim kendi kendime. Yazarlık denemelerimi ve ne kadar usta bir yazar olduğumu bu dergide başlayacağım yazılarım ile ispatlayabilir hatta belki de gelecekte büyük gazetelerden köşe yazarlığı teklifleri bile alabilirim. Aman Allah’ım hayali bile beni heyecanlandırıyor. Ekonomik durumum çok kötü olmadığından maddi getirisinden ziyade adımın büyük gazetelerden birinin köşesinde yazar olarak geçmesinin bana vereceği mutluluğu düşündüm de…. Tekrar heyecanlandım.

Okumaya devam et

Mart 8, 2007 Posted by | Çetin Tankoç, Deneme, Sayı 8, Uncategorized | 1 Yorum

GECENİN BİR YARISI*

YASİN BEYAZ

Tik tak tik tak…….

Saat, gece olmuştur.

 

Arada bir arka sokaktan geçen arabanın gürültüsü ya da bir sarhoşun hafif naralarından başka bir şey duyulmaz. Bir de tik tak tik tak …

Eşyadan arınmış bir oda ve insanlardan arınmış caddeler. (Bu kadar insan ne yapar acaba)Oturduğum sandalyeden Haliç’in karşı kıyısındaki tepelerde bulunan evler, karşı apartmanın çürümüş televizyon anteni ve bir de camdan yansıyan benim odamın tavanı gözüküyor.Hayal dünyamı biraz daha geniş tutarsam karşı tepelerde bulunan evlerin içindeki insanları ya da karşı apartmanda herhangi birisini dahi görebilme imkanım olabilir… Karşımda duvar saati. O kendi işleyişinde. Odada yerdeki yatak haricinde varolan birkaç eşyanın duvara yansıyan görünümlerini izliyorum. Onlara kendi gölgemi de dahil ediyorum. Kendimle oynayamasam bile gölgemle oynamaya çalışıyorum. Odanın boş olması bana o kadar çok alan bırakıyor ki. Burada eşyanın arasında kaybolmam mümkün değil. Varlığımdan rahatsızlık duymaya başlıyorum.

Yavaş yavaş sandalyeden kalkıyorum.Ve gölgem uzuyor.Gölgem ilerliyor ilerliyor.Usulca yanına sokuluyorum.Kırılgan ve titrek.Yaklaştıkça soluğum yüzüme vuruyor.Böylece kendi gerçekliğini buluyor. Biraz da takip edilmek istiyorum. Cama yaklaşıyor ve onu ardımda bırakıyorum. Camdan karşı binaları izliyorum. Lambası yanan birkaç evin ışıkları da kısa aralıklarla sönüyor. Uğraşılacak, izlenebilecek hiçbir şey yok. Cama soluğumu üfleyip Ey Ebuzer yazıyorum! Senin atan İbrahim’dir diye tiz bir ses çıkıyor dudaklarımdan ve bu ses odanın bütün köşelerine çarpıp geri geliyor…Oda tüm çıplaklığı ile karşımda.

Banyodan musluğun sesi geliyor. Kulak kesiliyor ve onun sesinde bir ahenk yakalamaya çalışıyorum. Bir müddet sonra ses rahatsız etmeye başlıyor. Gidip kapatıyorum. Bu sefer de sessizlik rahatsız ediyor. Bir şeyler mırıldanmaya çalışıyorum. Ama bu kez kendi sesim beni rahatsız ediyor.Ne kadar da iğrenç.Eylemsizlik ve zamanın boşluğu beni kuşatıyor. Gene gözüme saat ilişiyor. O beni ilgilendirmiyor artık. O çalışsa bile ben durmuş bir vaziyetteyim. Bütün uğraşlarımı yitirmiş durumdayım şu anda. Yanımda birini öldürseler dahi kılımı kıpırdayacak halim yok.

Odanın tavanına bakıyorum. Çok basık. Tahtaların ve oda kapılarının da koyu olması bulunduğum ortamı ve beni iyice geriyor.

Evde olmadığım zamanlarda evdeki eşyalar ne yapar hep merak ederim. Acaba bir gün gizlice kullandığım odanın kapısını dinlesem bir ses duyabilir miyim. Ya da bir gün bilinçsiz olarak evin kapısını sessizce açsam eşyaların birbirleri ile olan konuşmalarına şahit olabilir miyim. Bu konuşmalarda başrol kime ait olurdu acaba.Her nedense bu işi başlatabilecek olanın kitap okurken oturduğum sandalye olacağını düşünmüşümdür hep. Hakkımda ki düşünceleri neler olurdu ki…

Çatıdan epeydir bir ses gelmiyor. Kuşlar ya göç ettiler yahut da yavruları büyüyünce çekip gittiler. Ne iğrenç sesleri vardı onların. Gece sakin ve uyutucu, ağırdan alan uykulu sesler ama sabah gün ışımasıyla beraber iğrenç, mutluluk sesleri. Birbirlerine bir şeyler müjdeleyen sesler.

Duvardaki panoda helan daha abimden kalan bir not var. Bu notların niçin yazılmış olduğunu hatırlamaya çalışıyorum. Ama bu fazla uzun sürmüyor.

Çekyatın üzerindeki kitaplar gözüme ilişti. Okumayı bıraktığım yer halen daha ayrık olarak duruyor. Bu kitaba niye başladım, niye bitiremedim bunu hatırlamıyorum. Öteki odaya girince aynı şekilde diğer kitaplarla da karşılaşıyorum. Ne zamandan beri kitap okumuyorum? Bilgisayarın üzerinde bir sürü film var.Onlara tek tek bakıyorum ama sadece bir kaçını izlemişim.

Acaba diyorum.

Bu kanımı doğrulamak için buzdolabına bakıyorum. Sütün, ayranın, margarinin tarihi geçmiş ve dolaptaki meyveler çürümüş. Çok da kötü kokuyorlar. Onları hemen çöpe atıyorum. Birden tezgahtaki bulaşıkları görüyorum. Çay içtiğim bardaklar dahi küf tutmuş. Neden sonra midemin bulandığını fark edip camı açıyorum.

…………………………………………………………………………

 

Sabahleyin büyük bir özenle düzelttiğim çekyatların örtülerini akşam eve geldiğimde bozuyorum. Ama birileri tarafından bozulmadığı hemen belli oluyor. Varsayalımki öyle olsun.Ama yatakta bir koku ve insana ait bir sıcaklık yok.

Ertesi gece.

Bilgisayara bir müzik CD’si koyuyorum. Ve müziğin sesini dışarıdan gelelecek sesleri önleyecek şekilde ayarlayıp sandalyemi cama yaklaştırıyorum. Sandalyeye oturup ayaklarımı duvara dayıyorum. Camdaki lambanın yansımasına odaklanıyorum.Bekliyorum. Bir boşluk oluşuyor. Boşluktan bir kapı aralanıyor.Bir adam beliriyor. İlerle gidebileceğin yere kadar git diyor.Ben de ardından onu takip ediyorum.

 

Ve duvardaki tablo gözüme ilişiyor. Gölde yüzen ördeklerin en arkada olanının artık öndekilere yetişemeyeceğini anlıyorum.

 

 

*Bu yazının yayınlanmasında hiçbir editoryal sorumluluk üstlenmemiş bulunmaktayım. Sorumluluk tamamen, başta yazının yazarı Yasin BEYAZ ve editörlerden Erkan SAKA’ya aittir.

Çetin TANKOÇ

Mart 5, 2007 Posted by | Deneme, Hikaye, Sayı 8, Yasin Beyaz | 1 Yorum

BİR ‘ÖLÜMÜN ARDINDAN KONUŞMAK’

hrant_dink_021.jpg

Sinan Kızılkaya

Bir ölümün arkasından ne konuşulabilir.

 

Övgü düzmek, ağıt yakmak, lanetlemek ya da hayıflanmak olmaksızın ne konuşulabilir. Üstelik olan biten karatürklerin şehzadelerini boğagitmesiyken.

 

Ya da herhangi bir ölümün ardından konuşmak neye yarar. Bir vakit önce yanımızda, karşımızda, arkamızda ya da uzağımızda, ama her nihayetinde bizim ayaklarımızla dünyanın üstünde duruyor olmamız gibi dünyanın üzerinde duruyorken, şimdi diye anılan vakitte artık dünya üstünde ayaklarına basarak durmayan, olmayan, bizim onunla olan hesaplaşmalarımızı, karşıtlıklarımızı, yoldaşlığımızı ya da düşmanlıklarımızı kendine yönelir olarak karşılayamayan ve sorularımızı, övgülerimizi, alkışlarımızı, küfürlerimizi cevapsız bırakan, burada olmama, gayp olma, kaybedilme ve artık burada olamamanın imkanı olarak ölümün ardından ne konuşulabilir. Hiçbir söz ona karşı, onun için, ona rağmen, ona övgü olan hiçbir söz ondan bir yankı bulamayacakken, bütün söylenebilir sözlerin onun durduğu yerde, şimdi bir yoklukta sineceği ve karşılıksız kalacağı önceden kayıtlanmışken bir ölümün arkasından ne konuşulabilir.

Okumaya devam et

Şubat 8, 2007 Posted by | Deneme, Hrant Dink, Sayı 11, Sinan Kızılkaya | Yorum bırakın