Milli İstirahat

Malta Cemiyetinin Eğilimli Kültür Fizik Dergisi

AKHENETON’UN DÜRBÜNÜ

“Gizlidir Tanrı, kimse görmemiştir onu.

İnsanlara ve yarattıklarına sır kalır her zaman” (Akheneton)

 

Yaz mevsimi henüz girmemesine rağmen, sıcakların aniden bastırması, eski kalın giysilerden ayrılıp, ince yazlık giysileri hemen giyememe durumunu beraberinde getirmekteydi. Sıcağın hükümranlığında, kısa kollu tişört giydiğinde, kolundaki anlamsız yara izlerinin, meraklı soru işaretlerinin acımasızca kendisine yönlendirilmesinden dolayı, vereceği mantıklı bir cevabı olmadığından,zaman zaman rahatsızlık duymaktaydı.

Sosyal bir insan olan Aki, kolundaki yara izleri yüzünden, yüzünde dövme olan bir insanın, pazar yerinde dolaşırken hissettiği ruhsal durumu, yaz başlarında sürekli hissetmekteydi. Kışın sarılacağı kabanı, yorganı, eşyalarını koyacağı bir çok cebi vardı. Yazı çok sevmesine rağmen, kendisindeki bu tür saplantılardan dolayı, daha yazın başında yazdan soğuyordu. Alışmaksa olay, Aki, alışmakla ilgili, insan görünümlülerin her şeye alışacağını, Dostoyevski’nin “insan(hayvandan daha aşağı olabilen) o kadar alçaktır ki her şeye alışır” şeklindeki bu keskin sözü, böyle yorumlamış, her şeye alışmak istemediğini ifade etmişti.

Okuldaki arkadaşları ona, ara sıra kullandığı kas gevşetici ilaç isminden dolayı, Aki lakabını takmışlardı. Bu ismin daha sonraları, gerçeği arayanlar adlı kitapta okuduğu üzere, eski mısırdaki bir firavunun ismiyle, kendine takılan lakabın benzerliğinin farkına vardığında, şaşkınlığını gizleyemeyerek, ‘bu firavun iyi biriymiş’ demişti.

Babil astrolojisine göre at burcu olan Aki, Atlantis burcuna göre de yükseleni yılandı. Bu durum için ‘coşku ve çöküntü döngüsünün, talihsiz belirginliği’ der. A tarım! politikan yokken daha verimliydin…

Aki, ergenliğin ilk basamağında önce şiire, sonra hikayeye merak sardı. Yazdı, aşağıdaki hikayeye benzer şeyler.

 

“Sabaha kadar okusam, bana mısın demem!

(Üçüncü dünya aydınları)”

ÖLÜ KAMYON

 

Uzun uğraşlar sonunda, evlenmek üzere olan genç çift, yeni oturacakları evlerine eşyalarını taşımak için, bir kamyona ihtiyaç duydular. Genç erkek nereye gitse, eşyalarını taşıyacak kamyon bulamamıştı. Evlilik arifesindeki bu çift, yılmamaya kararlıydılar. Yorgun aramalar sonunda kamyon bulmalarına buldular ama; kamyon çok eski görünmekteydi. Yarı yolda koymasa bari diyerek, eşyalarını bu eski kamyona yüklediler. Fazlada eşyaları yoktu zaten. Kamyon şoförü, kamyonuna olan güvensizliği fark etmiş olacak ki, iki sevgiliye güleç yüzünü fazlasıyla göstererek, şirin laflar etmeye çalışıyordu. Yola çıkabiliriz, dikkat edin kapı kapanmamış olabilir, yenge sert çek kapıyı, abi sen sert çek kapıyı, kapı biraz bakım istiyor, lafazan turist Ömer çevikliğinde, gürültülü ve egzoz dumanları eşliğinde, genç erkeğin, baba evinden kamyona yükledikleri eşyalarla, kiraladıkları yeni eve doğru hareket ettiler. Tek parçadan oluşan şoför koltuğunun üzerinde üç kişiydiler. Şoförün yanında oturan genç erkek, kamyon şoförünü gözü tutmasa da, onca uğraş sonunda, ancak bu külüstür kamyonu bulabilmişti. Şoför, yola çıktıklarında: hiç arıza çıkarmaz bu kamyon, çok sağlamdır, eski olduğuna bakmayın, şeklinde sahtekarca öterken, motordan öksürme sesine benzer sesler çıkmaktaydı. Kamyon hızını gittikçe düşürürken, motorun zorlanma sesi, genç çifti tedirgin etse de, kamyoncuya güvenmekten başka çareleri yoktu. Tedavülden kalkmış paralara yarenlik yapmış kamyon, içindekileri silkeleyerek, ana yolun ortasında,zıplaya zıplaya dururken, benzetilemeyecek kadar ilginç bir ses çıkartır.

Sonrasında, düştükleri bu zor durumdan kurtulup evlenen genç çift, düğünlerine nikah şahidi olarak, kamyon şoförünü uygun görürler. Çünkü; kamyonla yolun ortasında durduklarında, arkadan gelen bir tır, kamyona çarpmış, kamyondaki taşınmakta olan eşyaları kullanılmaz duruma getirdiğinden, tır şirketi zararı karşılamak için, genç çifte eşyalarının bedelinin üzerinde bir bedel, kamyoncuya da yeni bir kamyon verdiklerinden, aralarında garip bir kader bağı olduğunu fark etmişlerdi. Bunun üzerine genç çift de evlendiklerinde, kamyon şoförünü nikah şahidi olarak uygun görmüşlerdi. Sonrasında çoluk çocuğa karışarak, iki çocukları olmuştu. Çocuklar büyüdüğünde, hafta sonu piknik yapmak için gittikleri ormanlık alanda, ormancıların kullandığı geniş kuyuya, en küçük erkek çocukları düşmek üzereyken, onun bir büyüğü olan ablası, kuyuya düşmek üzere olan erkek kardeşini ayaklarından yakalamaya çalışırken, iç güdüsel bir refleksle durumdan haberdar olan anneleri, çocuklarının çığlıklarının yükseldiği kuyuya yöneldiğinde, kız çocuğunun, erkek kardeşini kurtarma çabaları esnasında, kendini kuyudan aşağı doğru sarktığını görür. Doğruca kızının elbisesine yapışan anne, iki çocuğunu yukarıya çıkarmaya çalışırken, yüksek sesle çığlıklar atar. Çizgili pijamalarıyla, mangal için çalı çırpı toplamaya çıkmış genç baba, ailesinin seslerine doğru panikle koşmaya başlar. Karısını ve çocuklarını, bellerine kadar kuyuya sarkmış oldukları bu zor durumdan kurtarmak için, elini en aşağıya, kuyunun sularına en yakın olan oğluna doğru uzatır. Erkek çocuğunun bileğini tam kavramışken, iki çocuğu ve kadınının ona yapışmasıyla, dengesini kaybeden genç baba, ailesiyle birlikte apar topar, çığlıklarla kuyunun serin ve derin sularına, birbirlerine yapışarak gömülürler. Herkese nasip olmayacak, birlikte çektirilen aile fotoğrafı gibi, hep birlikte suda baloncuklar çıkartarak, mutlu bir şekilde boğularak ölürler.

 

“Sigara izmaritine sarılıp yatmak üzereyken, mırıldandı:

Matematikçiler sayarak, sayıların bereketini kaçırıyorlar. ‘derinden.’ ”

 

Aki, Muhammet Alinin, hangi boksörle dövüştüğünü hatırlayamadığı bir boks maçını, sabaha karşı gösterilmesine karşın, doğduğu yıl itibariyle, televizyonda bir kereliğine de olsa, canlı yayında, siyah beyaz ekranda izleme şansına sahip olan, ender çocuklardan biriydi. Dişlerinin çıktığı noktaların altından, yeni dişler çıkmaya başladığından, diş etleri kaşınıp duruyordu. Uykusu olsa da, dikkatle gözlerini açarak, televizyondaki kara adamın, ringin etrafında dans ederek dövüşmesine bakıyor, o sıra aile büyükleriyse, kelebek gibi uç, arı gibi sok, tezahüratı yapıyordu.

Hiç bir şeyi hak etmediği için, hiç bir şeyi olmadığını düşünürken, İstanbul’u hak ettiğim için, bu şehirde doğduysam, serilsin önüme talan edilmiş güzellikleri, dedi. Bu helezon mantığı aklından geçirdiğinde, yüksek bir tepenin üzerinden, şehrin denizini ve diğer yüksek tepelerini izliyordu. Bana kendini izlettiren bu şehir, gösterip de eğer vermezse, diye bir şüphe düştü içine. Keşke asılsız bir haber gibi, hızlıca belli olsaydı her şey. Ne var ki asılsız haberlerinde bir çoğu, uzun yıllar kamuoyunu avcunda tutmayı başarabiliyordu. Başka bir örneğe sığınmalıydı.

Konuşmalarını ve de içsel konuşmalarını, tartıya koysaydı eğer, acaba tartının hangi kefesi ağır basardı. Tartının bir kefesi, ben daha ağır basarım dese de, olasılıklardan beraberlik ihtimali, kefelerde denge yerine, dengesizlik getireceğinden, hiç kuşkusuz, baskın kefenin hangisi olacağı, şüpheden eser olmayan, cevaplı sorulara kesinlikle benzemeyeceğiydi. Zorla benzetilse, güzellikten uzaklaşılacak, hiç beklenmedik sonuçlarla karşılaşılacaktı. Konuşmak ve içindekileri dışa yansıtmak, elbette onun karakterini yansıtıyordu. Sustuğunda ise, zihninde sert dalaşmalar yapan iki düşmanın, soğuk diplomatik konuşmalarına, ara buluculuk yapıyordu. Sonu gözükmeyen, uzaydaki kara deliklere benzeyen, içsel ve dışsal konuşmaları, uzadıkça kısalıyordu.

Hayalet kelimesiyle, hayal etmek, güzelle çirkinin, aynı kostümü dönüşümlü kullanma durumunu ona hatırlattı. Aki, manzarasız bir yerden geçerken, aklına bunları getirmişti. Karabasan, karabasan, bu iki aynı kelime, okunduğunda, iyi yada kötü çağrışımının, kişiye göre, iyiden kötüye, kötüden iyiye, iyiden iyiye, kötüden kötüye algılanabileceğini düşünürken keyiflendi. Yanan sigarasını söndürdü. Birazdan gene söndürdü.

Bin yıl yaşamış bir adamla tanışmıştı. Adam, Aki’ye tecrübelerini yirmi dakikaya sığdırarak, yaşamını hülasa etmişti. Aki, adamın yalancı olabileceğini düşünerek, tarihten bir kaç isim sorarak, adamı sınamıştı. Aki, ayağına kadar gelen, canlı antikaya inanmış, bu garip adamın peşini bırakmamaya karar vermişti. Aki, adamın peşinden, onun kolunu tutarak, birlikte oturdukları sirkeci kıraathanesinden, suratı yalayan soğuk rüzgarlı sokağa çıktılar. Aki, adama nerede oturduğunu sorduğunda, adam: ben burada misafirim. Kumkapı’daki dedemi ziyarete geldim. Şuradan trene biner giderim. Sen zahmet etme deyince, Aki: oha! senin bir de deden mi var? Adam: evet dedem var, bu elimde gördüğün, yamaç paraşütünü ona aldım. Aki: bırak bu işleri dede, bana yoğurdu ben buldum diyorsun, yaşın bin, nasıl açıklayacaksın, hadi açıkla? Adam, Akiyi tren garının önünde dikkatle süzerek, sizin saydığınız on yıl, bizim bir yılımız eder. Şimdi anladın mı? der. Aki: anladım, der. Ve o günden sonra, hiç bin yıl yaşamış bir adam görmez.

Hep duyuyordu, evden kaçan genç insanlar diye. Arkadaşının Mersinde, babasının evi vardı. Bir yaz tatilinde, evdekilere haber vermeden oraya gitmek üzere, son parasıyla Eminönü’nden, Harem otogarına hareket etti. Otogara geldiğinde, Mersin otobüs yaza hanesine girerek, Mersine gideceğim, param yok. Beni Mersine götürebilir misiniz? dedi. İlkten gak guk diyen yaza haneciler, Akinin bağlamasının tınılarına katlanamayarak, tamam geç, ilk giden otobüse, numaran otuz sekiz. Aki, bedava otobüs seyahati kurtarınca, sevinerek otuz sekiz numarayı bulup, otobüsün kalkmasını bekler. Otobüs, Mersine doğru hareket ederken, Aki, güzergah üzerindeki her şeyi dikkatsizce seyreder. Otobüs, Mersine yaklaştığında, otobüste ahbap olduğu, orta yaşlı adama, cep telefonunu kullanabilir miyim? der. Tabi, diyen adamın telefonuyla, karşı tarafı aradığında, telefonun diğer ucundaki ses, kendi evinden, babasından geliyordu. Nerede olduğunu kendini tutamamış, söylemek zorunda hissetmişti. Babası sert bir sesle: hemen eve gel! Peki!

Aki çocukken, yağmurlu günlerde, oyun oynadıkları arsanın toprağı ıslandığında, arkadaşlarıyla çivi oynamaya bayılırdı. Zaten çocukken, her havaya uygun bir oyun, icat edilmekteydi. Hava güneşli, uçurtma uçuralım, hava kar yağışlı, kar topu oynayalım. Her durumdan oyun çıkartan, her çocuk gibi, meteorolojiyle uyum, Akinin de ilgi alanına girmekteydi. Aki, ayrıca mahallesindeki harçlığı biten çocuklara, yukarıdaki mahalle bakkalının, dükkanı önünde kasalarda duran, depozitolu şişman bira şişelerini, tekrar bakkala satma fikrini veren, çocuk teorisyendi.

Aki, lisede okurken, yazısının güzel olmamasını, paraya çevirebileceğini hiç tahmin edemezdi. Bir gün okuldan atılmak üzere olan bir çocuğa, doktor el yazısıyla, bir rapor döşemiş, altına da uyduruk bir mühür vurarak, çocuğun sınıfta kalmasını engellemişti. Tabi bu masum plan, bir süre sonra şeytanileşmişti. Azım sanacak nitelikteki paralara rapor yazmasını da,okul idaresinden almak istediği intikamla alakalandırıyordu. Kendine de, okuldan bir öğrenci asistan edinmişti. Kısa süreliğine de olsa, tipik bir üç kağıtçıya dönüşmüştü. Sonrasında işin ciddiyetinin farkına varıp, eşeğin gözüne su kaçırmadan, olay patlak vermeden, olayı nihayete kavuşturup, asistanını da azat etmişti.

Aki, konuşmayı bilmediği, hayatın resimlerine baktığı dönemlerde, oturdukları eve gizlice giren kara kedinin, farkına varan tek aile ferdiydi. Ta ki, kara kedinin gizlendiği yere kafasını uzatana dek. Mırlıyan kedi sesiyle, çığlık atan Akinin sesi birbirine karıştığında, artık tüm ev halkı, kedinin varlığından haberdar olmuştu.

Son boş tabure, yanında duran tabure olduğundan, tabureye oturacak her kim olursa olsun, tanışmak kaçınılmazdı. Yaşını başını almış, garip görünümlü bir adam, yanına oturdu. Akiye, peygamberlerden Ademi, liderlerden Hitleri sevmediğini söyledi. Gerekçesini ise, her ikisinin de yasak meyveden tattığını, kötü ve fütursuz sesiyle anlattı. Adam bir süre sonra, İsmet İnönü nünde torunu olduğunu söylediğinde, Aki, istem dışı bir şekilde, adama kulaklarını, adamda Akiye, anlamsızlıktaki biçimsel rahatlama yolunu vermişti.

Aki, yüzmeyi Marmara denizinde, çocukken öğrenmişti. Yüzme konusunda, ilerleyen yaşlarda kondisyon sorunu oluştuğundan, çok fazla ileriye doğru açılamaz, ne zaman eski günlerin hatırına açılmaya kalksa, geri dönüş onun için, tam bir kabusa dönüşürdü. Bir yaz günü, arkadaşının davetini kırmayarak, Florya sahilinden, arkadaşıyla birlikte denize girerler. Aki, ilerde demir atmış sandala tutunup, dinlendikten sonra, geri dönmeyi planlar. Arkadaşı ona: sandalda aile var, tutunmadan dönelim, der. Bunun üzerine Aki, dönüş yolunu yarılamışken, tüm enerjisi biter. Arkadaşına: senin aklına uyanın, aklını bükeyim, gel bari yanıma, senden güç alayım! der. Arkadaşı elini uzatsa da, Aki, karaya ayak basamayacağına dair, içine olağan üstü bir korku düşer. Yanındaki şezlongda yatan arkadaşı: senin şemsiyen düşmüş, uyuyor musun kalk! der. Bunun üzerine Aki: “az kalsın arkadaş katili olacaktın!” der.

“Gerçeğin yalana ihtiyacı yok, ama yalanın gerçeğe çok ihtiyacı var. (inceden)”

 

Misket ve top, bu iki kavram, çocukken Aki’nin zihin dünyasında o kadar yer kaplamıştı ki, ta ki kazandığı misketleri, tedavülden kaldıran babasına rağmen, yılmadan yeni misket kazanışların peşinde koşturmacasına. Babası, kazandığı misketleri, ulaşamayacağı vitrinin arkasına atardı. Babasının bu tavrı, onun miskete olan aşkını kamçılamaktaydı. Babası, onun misket oynayıp, arkadaşlarını yutarak, vitrinin arkasındaki misketlere arkadaş getirmesinin önüne geçemezdi. Bu durum böyle devam ettikçe, Aki büyüyordu. Aki ve ailesi, yeni evlerine taşınırken, vitrin yerinden kaldırıldığında, o artık çocuk değildi. Vitrinin arkasındaki boşlukta duran misketler, ona sayıca umduğunun çok altında görünmüştü. Misketleri bir poşete doldurup, yedi yaşındaki bir çocuğa verdiğinde, çocukta, Akinin çocukluğunda oluşmuş misket tutkusundan en ufak bir eser yoktu.

Akinin mahallesinde, kangal kırması, sarı renkli akıllı bir köpek vardı. Aki, onu tek başına sahiplenmek isterdi, ne var ki mahallenin bütün çocukları onu sahiplenmiş, oda bu durumdan ister istemez şikayetçi değildi. Mahalleye dışardan yolu düşmüş köpeklerle kapışmaktan, hiç geri durmayan, cesur ve akıllı bir köpekti. Adı Aslandı. Bu adı ona, devlet lakaplı, girişken bir çocuk takmıştı. Belki de mahalleye o köpeği devlet getirmişti. Köpeklere çok düşkün olan devlet, yaramaz bir çocuk olduğundan, surlara yakın dolaşır, dövüşken köpekleri mahalleye getirirdi. Aki, aslan köpeğinin ölümüne şahit olan iki çocuktan biriydi. Belediye, Aslan hakkında şikayet aldığından, zehirli oklarla Aslanı zehirlemiş di. Aslan, okları isabet aldıktan sonra, yaklaşık elli metre sendeleyerek, bir caminin önüne geldiğinde, “buraya kadarmış” derce sine, olduğu yere yığılıp kalır. Hemen ölmez, bir süre dilini çıkararak,kesik kesik solur. Yattığı yerden ayağa kalkmaya çalışırken, devrilerek başını sert bir şekilde yolun yanındaki kaldırıma vurur. Aki, Aslanın ölümüne inanamaz. Bu köpek, Akinin kaybettiği ilk yakınıdır. Sarsılır, yanındaki arkadaşına göz yaşlarını belli etmemeye çalışır. Sonra, ölü köpekleri toplayan belediye kamyonu gelir. Aslanın kafasını, mengeneye benzeyen bir aletle kıstırıp, kamyonun arkasına atar. Aslan, Akinin çocuk zihnini allak bullak eder. Ölmek ne demektir? nasıl bir şeydir? Bu tür soruların cevaplarını içselleştirmesi kolay olmaz.

 

Arayan bulmaz, bulanlar arayanlardır demiş biri. Aki, oyun oynadığı arsanın duvarları arasında saklanmış sigara paketi bulduğunda, bulanın kendisi olduğunu ve sigara paketinin muhatabı olduğunu düşünerek, bu saklı sigara paketinin içinden bir tane sigara kendisine,bir tane sigarada arkadaşına ikram ederek, sigaraya başladığının sinyallerini gökyüzüne iletir.

Boş bir arsa gördüğünde, oranın, sokakta yaşayan insanlar tarafından kullanılıyor olduğunu düşündü. Etrafta, kullanılıp atılmış, uçucu uyuşturucu maddelerin tüpleri,kırılmış şarap şişeleri, çöpten çıkarıldığı izlenimi veren,lime lime battaniyeler, arsanın yazı yazmaya elverişli duvarlarında, eğreti ve yağlı boya fırçayla, çığlık niteliğindeki arabesk duvar yazıları. ÖLDÜM ÖLDÜM DİRİLDİM! DOKTORLARDA NE BİLİR BALİNİN KAFASINI.

Topraktan uzaklaştıkça, kendinden uzaklaştığını düşündü, bu erozyon kadar tehlikeli, dedi.

“Az zamanda çok işler yaptık” sözünü düşündü. Mantıken çok işler, geniş zamanda yapılmalı gibi gözükse de , çok işlerin az zamana sıkıştırılması, Aki’ye, tavşan ile kaplumbağa yarışını hatırlattı. Tavşanın yarışta geniş zamanı var, kaplumbağanınsa, dar zamana sığdırması gereken, çok işi var.

Aki’nin, emeklerin zayi olmasına dair tecrübeleri vardı. Yaşam sınavında, yaşanılan aksiliklerin, tüm emekleri alt üst etmeye yetebileceğini, deneye yanıla fark ettiğinden, tevekkül kelimesinin, hayatın anahtar kelimelerinden biri olduğunu kavrayarak, her şey olacağına varır, felsefesini, “kazıkları çaktığımız yer ne kadar güvenli?”diyerek, hayatın bir çok zaman, pamuk ipliğine yakın plan çalıştığını hatırlatarak, fayda ummayı, diledi bir kere.

Çocuklar gördüğü her şeyi taklit ederek öğrenmekte. Çocukluk yıllarında Aki, zaman zaman, haftalık mizah dergilerini takip eder, oradaki ilginç bulduğu, taşınabilir abuk kareleri, gerçek yaşama taşırdı. Onun en büyük örneklerinden biride, pişmiş kellede çıkan, sadece yazın uygulanabilecek bir karikatürü, denize gittiğinde, arkadaşlarına hava atmak için sergilemesiydi. Karikatürde bir çılgın, iskeleden, ağzında yarısına kadar içilmiş bir sigarayı, ağzının içinde muhafaza ederek, denize atlıyor, su yüzeyine çıktığında, ağzının içindeki sigarayı çıkarıp, boyu geçen denizde, sigarasını içiyordu. Aki, öyle bir iskele bulup, planı uygulamaya koymak için bir sigara yaktı. Sigara yarılandığında, o önemli an gelmişti. Sigarayı ağzının içinde muhafaza ederek, suya atladı. Derine daldığında, ağzının içindeki sigara, havasızlıktan ağzının içinde sönerek, ağzının içinde pis bir tat oluşmasına sebep oldu. Su yüzeyine çıktığında, ağzının içindeki sigarayı, eline aldığında, çoktan sönmüş olduğunu görür. Ağzının içinden çıkarıp, eline aldığı sigara, gelen ilk dalgayla tamamen ıslanır. Aki, vazgeçmeyerek, nerede hata yaptığını, bilim adamı gibi tetkik eder. Suyun altında fazla kalmamalıyım, diye düşünür. Daha sonraki denemelerinden birinde, iskeleden atladığında, dalgayı hesaplar, suya atladığında ayaklarına açarak, suyun çok altına inmez. Suyun üstüne, ağzındaki sigarayı yanar vaziyette çıkartarak, karikatürdeki hayreti, gerçek yaşamda insanlara yaşatarak, tatmin olur. O gün evine, lüzumsuz işlerine, tatmin olmuş bir şekilde döner.

Aki, ilk defa görkemli bir dut ağacına çıktığında, bu işin kolay olduğunu düşünmüştü. Ağacın tepesine kadar çıktıktan sonra, aşağıya bakarak, ne kadar yükseğe çıktığını test etmek istedi. Keşke hiç aşağı bakmasaydı. Çıktığı yerden onu, az kalsın itfaiye indirecekti. Ağacın gövdesine sarılarak, yerinden hiç kıpırdamıyor, olanca kuvvetiyle ağaca sarılıyordu. Enerjisini ağaca sarılarak tükettiğinden, yerinden kıpırdayamıyor, aşağıda onu kurtarmaya çalışan çocukların sesleri ise, paniğin daha da artmasına yol açıyordu. Yaşamı, o ana kadar, hiç bu şekilde güçlü hissetmemişti. Cesaretini topladı ve aşağı indi. Alkışlar Aki içindi.

“Tırtılın son dediğine usta kelebek dermiş” Aki, yalama olmuş başlangıçlardan ve sondan tiksindiği bir günde, yolda şemsiye bulur. Hava gayet açık ve güneşliyken, bu şemsiyeyi ne yapsam, çöpe mi atsam, derken gök gürülder. Bu sesi, yakından geçen bir uçağın sesine benzeten Aki, bu sese aldırış etmeden, çöp konteynırına yaklaştığında, tam şemsiyeyi çöpe atacağı sırada, üzerine yağmur damlaları çiselemeye başlar. Aki, bu kadar iyimser bir gün yaşayacağımı hiç bilemezdim, diyerek şemsiyeyi açtığında, şemsiyenin içinde, İngilizce unknown yazısını görür.

Üzerinden asırlar geçti. Çağdaşı, pek az insanın ismi, bilinmeyen geleceğe taşındı. Hali hazırda, çoğu insanında, böyle kaygılar taşımadığını, pratik yaşamından sezinlemiş di. Geleceğe taşınmanın en parlak yolu, yazıydı. Yazı yazmanın gözdeliği, yazının icat olmasından beri kendini korumakta idi. Yazının altını çizdi. Gölgedekilere, yaz kadar sıcak yazıdan, ok kadar tehlikeli okumaktan bahsetti. Yazıyı kullanan her kişinin, geleceğe taşınmadığını bildirdi. Bilinen yazılardan, edinilen istifadenin, asgari düzeyde olduğunu söyledi. Samimiyetten uzak olan, her iş için: “kendi çağını karartanlar, başka çağların aydınlığına muhtaç olurlar” dedi.

Yazı unutmamak (unutulmamak) için yazılır. Aki, yazdıklarını unutmamak için, kızıl derililerden öğrendiği yöntem üzere, yazdıklarını buruşturdu, yakarak onları gökyüzüyle buluşturdu.

Temmuz 28, 2007 - Posted by | Hikaye, Muhammet Sevim, Sayı 12

2 Yorum »

  1. Bu yazinin dunyanin en buyukleri denilen isimlerin yazdigi yazilardan neye göre ne eksigi var.
    yok oski bitiyormus adamin adi. yok pamuk gibi yaziyormus, yok ebesinin ami.
    goreceli dunyada kural mi olur sktigim. bence en buyuk yazar da mamidir.

    Yorum tarafından veysel | Eylül 13, 2007 | Cevapla

  2. 5 yıl oldu bu yazıyı yazalı. Zaman hızlı akıyor.Kaçınılmaz sona haldır huldur koşturuyoruz. Biraz yavaş!

    Yorum tarafından muhammet | Mayıs 6, 2010 | Cevapla


Yorum bırakın